SON DAKİKA
Ana Sayfa » Aksaray Haberleri » Milletvekili Aydoğdu, Meclis Anayasa Komisyonunda Gündemi Değerlendirdi..

Milletvekili Aydoğdu, Meclis Anayasa Komisyonunda Gündemi Değerlendirdi..

A - +

Aksaray Haberleri - 27.12.2016 - 15:32

Milletvekili Aydoğdu, Meclis Anayasa Komisyonunda Gündemi Değerlendirdi..

Ak Parti Aksaray Milletvekili Cengiz Aydoğdu, yoğun gündem ve meclis çalışmaları arasında görev aldığı Anayasa Komisyonunda gündemi değerlendirdi.

Milletvekili Aydoğdu burada yaptığı konuşmasında; Sayın Başkan, Sayın Bakanım, kıymetli arkadaşlar; dört gündür burada çok önemli bir konuyu, çok seviyeli ve çok tatlı bir şekilde müzakere ediyoruz. Demokrasinin ruhuna uygun bir şekilde müzakere ediyoruz. Zaman zaman birbirimize kaşlarımız çatılıyor ama sesler fazla yükselmiyor, meselenin ciddiyetine uygun bir mütalaa, bir müzakere yürütüyoruz. Bu açıdan, yüce Meclisin bütün mensuplarını tebrik ediyorum, hürmetlerimi, saygılarımı arz ediyorum herkese.

Türkiye, yaklaşık yüz elli yıldır anayasayla meşgul, anayasayı konuşuyor. Anayasa, bizim lisanımız, daha önce “Kanuni Esasi” diye geldi. Kelimelerin ve kavramların hafızası, esasen üzerinde konuşulan meselenin ruhudur. Bergson diyor ki: “Maddi şeylerin hafızası yoktur, ruhun hafızası vardır.” Bunun için, biraz geriye doğru gidip bu anayasa meselesi ve bizim burada bu meseleyi neden iki farklı bakış açısıyla müzakere ettiğimizin tarihsel kökenleri üzerinde vaktinizi almak istiyorum.

Bizim anayasa tarihimiz, kıymetli arkadaşlar, aynı zamanda modernleşme tarihimizdir, aynı zamanda Batılılaşma tarihimizdir. İmparatorluktan millî devlete giden yoldaki serencamımız, bunların hepsi “anayasa” kelimesinin takibinde hepsine ulaşabiliriz. Dünya tarihinde anayasaya ilk -dün arkadaşlarımız bahsetti- Magna Carta’da rastlıyoruz. Magna Carta, esasen kelime anlamı olarak “büyük ferman” demektir. Kral John, Fransa’yla savaşta olan İngiltere biraz müşkül durumda, asiller, aristokratlar, baronlar veya bizim tabirimizle derebeyleri krala yardım için şart koşuyorlar. Kral da onların şartlarının bir kısmını kabul ediyor. Yanlış anlaşılmasın, 13’üncü yüzyıl, 1215 ama bu asillere, soylulara lütfedilen hakların hiçbirisi normal insanlara yani halktan birine intikal etmiyor. Onun için bir altı yüz, yedi yüz yıl beklemek lazım. Bu açıdan, kendimize de haksızlık etmeyelim. Biz de temel haklar, hürriyetler ve bireyin gelişimi, ferdin gelişimi açısından Avrupa’yla rahatlıkla mukayese edilecek ve hatta ondan çok daha ileri standartlara çok daha önce ulaşmış bir tarihe sahibiz.

Bizim Batı’yla bu anlamda karşılaşmamız, önceleri Batı bizim için bu konularda kendimizi kıyas edeceğimiz bir partner değildi. Her iki dünya da kendi şartları içerisinde, kendi tarihini yaşıyordu, kendi gelişimini yaşıyordu. Karşılaşmamız, savaş meydanlarında, zaferden mağlubiyete döndüğümüzde düşünmeye başladık Batı üzerinde. Esasen, o güne kadar -ki bu on yedinci yüzyıl filandır- Osmanlı entelijansiyası, Osmanlı aydınları, ulema, Osmanlı’nın tarzına yeni diyordu. Biz yeniyi temsil ediyorduk. Eskiyi de İslam öncesi temsil ediyordu. Batı karşısında ne zamanki kendimize “kadim” demeye başladık, o zaman bizim milletimiz için bizi bugüne getiren, bugün tartıştığımız macera başladı. Bu kelimeyi ilk kullanan Koçi Bey’dir. IV. Murat’a sunduğu bir layihada Kanunu Kadim’e dönmekten söz eder. Biz artık eskiyi temsil ediyoruz, yeniyi Batı temsil ediyor.

17’nci yüzyılda bunu bütün şiddetiyle kabulümüz yani Batı’nın yeniyi temsilini bütün şiddetiyle kabulümüz bir yüz yıl sürmüştür. Batı’nın bu yeniliği karşısında bizim “Ne yapmalıyız?” sorusuna aradığımız cevaplar bizim buradaki ayrışmamızı getirir. İki türlü cevap verdi Osmanlı, Batı karşısındaki bu yenilgiden biz nasıl tekrar muzaffer olacağız, içine düştüğümüz durumdan nasıl kurtulacağız? Çünkü devâsa bir medeniyet, devâsa bir teknoloji, kapitalizm gelişiyor ve bizi sıkıştırıyor. İki cevap verdik: Bir kısım dedi ki “Batı gibi olalım.” Bir kısım da dedi ki “Batı kadar olalım.” Batı gibi mi olalım? Batı kadar güçlü mü olalım? Bu iki cevap Türk tarihinin son iki yüz yılının ayrışmasıdır arkadaşlar. Bugün de bu masayı paylaşan zevatın fikrî, düşünsel

kökleri buralara kadar gider. Tabii, her iki taraf da vatansever, her iki taraf da devleti kurtarmak telaşı içerisinde. Esasen, bizim neredeyse 1774 Kaynarca Muharebesi’nden sonra temel endişemiz hep

devleti kurtarmak olmuştur. Hep telaşlı olmuşuzdur hep zamanla yarışmışızdır, hiçbir zaman sükûnet içerisinde meselelerimizi mütalaa edecek bir fırsat bulamamışızdır; şimdi de öyle.

Koçi Bey’in IV. Murat’a sunduğu layiha döneminde Batı’da işte Machiavelli dönemi, orada da millî devletler oluşmaya başlıyor. Vestfalya düzeninden ulus devlet aşamasına geçiyorlar. Machiavelli, hepinizin bildiği gibi Floransalı Lorenzo de’ Meddici’ye devlet yönetmenin –tabirimi mazur görün, özür dileyerek söylüyorum- üçkâğıdını anlatan “Prens” diye bir kitap sunar. Ve bu, o gün bugün politika biliminin klasikleri arasındadır.

Dün burada bir şey söylendi “İnsan derisi kaplı anayasa.”

Bu tabir, Fransız siyasi edebiyatına Voltaire’in armağanıdır ve çok enteresandır, konumuzla çok ilgilidir. Voltaire, II. Katerina’nın danışmanıdır, dört beş sene danışmanlık yapmış Rus Çarı II. Katerina’ya. Petersburg’a götürmüş Katerina bunu. Orada beş altı ay kalmış, Petersburg’un havası, iklimi Voltaire’i sıkmış, Voltaire tekrar Paris’e gelmiş. Mektuplaşıyorlar, yazışıyorlar, bu mektuplar hakikaten çok kıymetlidir, bir kısmı yayınlandı Türkçede. Voltaire, Katerina’ya tavsiyelerini, önerilerini mektupla yazıyor. Katerina bir seferinde bir mektup yazıyor Voltaire’e: “Sevgili Beyefendi, fikirleriniz kâğıt üzerinde çok güzel, kâğıt üzerinde okuduğumda çok harika görünüyor. Ancak ben bunları burada uygulayacağım, ben imparatoriçeyim –Rus Çariçesi- bunları uygularken insan derisi üzerine yazacağım, kâğıt üzerinde göründüğü kadar güzel görünmeyebilir. Bunları Rus insanının üzerine yazacağımı düşünerek…” diye çok güzel bir metaforla; bu, insan verisi hikâyesi buradan gelir. Yani burada şudur, Aliya İzzetbegoviç der ki: “Hayat daima düşüncelerin birkaç adım önünde gider. Normların, kanunların, anayasaların birkaç adım önünde gider.” Hangi kanunu, hangi anayasayı yapsanız, eğer teferruata inmişseniz, çok sıkı çerçeveler çizmişseniz mutlaka çok kısa zamanda yeni anayasa, yeni kanun ihtiyacını duyarsınız. Bunun istisnası yok mudur? İstisnası neredeyse yoktur. İngilizlerin uygulaması bunun istisnası sayılabilir çünkü yazılı anayasaları yoktur. Bunun dışında, en kısa anayasa Amerikan Anayasası’dır. 7 madde olarak başlamış, daha sonra 8’i eklemişler, zaman içinde 9-10 olmuş, şu anda, yanlış hatırlamıyorsam 20’ye yaklaştı madde. Mutlaka hayatın kendi ihtiyacı yeniliği dayatır ve siz, yazdığınız kanunları yenilemek ihtiyacı hissedersiniz.

Amerikan Anayasası Fransız İhtilali’nden öncedir. Tabii, Amerikan Anayasası’yla ilgili bilmemiz gereken en önemli husus şudur bence: Amerika 13 eyaletin birleşmesiyle, Batı Amerika’daki 13 eyaletin birleşmesiyle kurulmuştur ve bu 13 devletin ortak hareket hükmü olarak tesis edilmiştir. O kurucu babalar, işte, Franklin, Jefferson, John Adams, Hamilton, Washington tartışmalara pek katılmaz ama işin başında Başkan olarak düşünülmüştür. Şöyle bir anekdot aktarmak isterim bu çalışmalardan size… Yani, burada geleceğim yer şurası, onu da söyleyeyim: Anayasaları burada tartışmamızdan ziyade bu tartışmayı yaparken zihnî background’umuz nedir, bunu tartışmamız gerekiyor, Türkiye bunu pek tartışamıyor. Onun için, biraz birbirimizin zihninde, mümkünse önce kendi kendimizin zihninde arkeolojik kazı yapmamız gerekiyor ve zihnî öncüllerimiz, zihnî ön kabullerimizden sonra, o konudaki sıkıntıları, o konudaki kargaşayı, o konudaki bulutları dağıttıktan sonra daha rahat anlaşabiliriz. Kavramlar üzerinde ittifak kuramadan anlaşamayız. Türkiye’de cumhuriyet döneminde yaşadığımız dil ve kültür devrimi bizim pek çok kavramımızı tartışılır hâle getirmiştir. Bugün biz, Türkiye’yi 80 milyon kavramsız, lügatsiz sayabiliriz. Bu anlamda, o kadar ciddi bir… Dünya edebiyatıyla, dünya milletlerinin kültürleriyle karşılaştırdığımızda muhteşem bir lügatin biz öksüz çocuklarıyız, onu kaybettik. Yenisini de kuramadık, zaman alacak; kuracağız ama. Onun için, kavramlar çok önemli, kavramlar düşüncenin ana caddeleri ve kavram tarih demek, kavrama tarih lazımdır, kavram tarihle oluşur. Yani, bir kelimenin kavram hâline gelebilmesi yüz yıl, iki yüz yıldır. Onun üstüne milletlerin hayalleri, özlemleri biner, onlar bizim rüyamız hâline gelir ve bir kavram söylendiğinde herkes aynı şeyi anlar. Bugün bizim anayasa dediğimiz de bile –tartışıyoruz- herkesin farklı bir anayasa tarifi vardır. Millî hâkimiyet dediğimizde, millî hâkimiyeti nasıl anlamamız gerektiği konusunda anlaşmamız gerekir. Böyle bir problemimiz var, bunu suçlu şudur, budur diye söylemiyorum, bir durum tespiti yapmak için söylüyorum. Bunlardan yaklaşarak, bunlardan hareket ederek birbirimize daha merhametli, birbirimize daha sevecen, daha hoşgörülü… Çünkü biz hepimiz, büyük bir yangından –zihnî anlamda söylüyorum- çıktık ve hepimizde yara bere var, hepimizde birtakım kızgınlıklar var, öfkeler var. Bunları anlamamız lazım ki bu tartışmaları verimli hâle getirelim.

O kurucu babalardan bahsedecektim, bir anekdot: Benjamin Franklin onların en yaşlısı, çok espritüel bir adam, reybî bir adam, keyif adamı. Paris’i görmüş, Londra’yı görmüş, Fransız İhtilali’nin hazırlık döneminde Paris’te bulunmuş, Fransa ihtilale doğru gidiyor, onu da biliyor, söylüyor zaten, “Fransa’da büyük karışıklık olacak.” diyor, onların da hepsinin ağabeyi pozisyonunda. Toplantıya başlarken diyor ki: “Arkadaşlar, bu 13 eyalet bir araya geldi, bir kuvvet oluştu, bu kuvvetin nasıl işleyeceğinin ilkelerini koyacağız, anayasa dediğimiz budur.” Daha önce bir anayasa yok, ilk anayasa. Jefferson onların içerisinde en filozof olanı, en bilgece düşüneni; o diyor ki: “Hayır, öyle değil. Bu 13 eyaletin birleşmesiyle bir siyasal alan oluşacak. O siyasal alana hiçbir kuvvetin müdahale etmemesini sağlayacağız, bunu sağlayacağız.” Amerika’daki kuvvetler ayrılığının özü bu cümledir arkadaşlar. Buradan nasıl itiraz edeceğinizi biliyorum ama bu, bizim idealimiz olmalı, buradan kendi tarihimiz, kendi imkânlarımız, kendi zaruretlerimiz, kendi dezavantajlarımız, avantajlarımızla… Esasen, politika nasıl yapılır? İdealler ile imkânların kesiştiği noktada yapılır, oradan gideceğiz.

Fransız İhtilali hepimizin bildiği gibi, Fransa’yı hakikaten altüst eden -ve ben burada biraz Edmund Burke’çüyüm- Fransa’ya çok acılar çektiren ama İngiltere’yle kıyasladığımızda çok az şeyler de kazandıran bir felaket rüzgârıdır, bir felaket fırtınasıdır. Edmund Burke, Fransız İhtilali’ni tenkit ederken der ki: “Benim en büyük tenkitim, Fransız İhtilali Fransa’daki yücelik duygusunu alıp götürmüştür.” Yani, insanlar arasındaki yücelik, karşılıklı, günlük adabımuaşeretteki yücelik vesaire. Bir kanuna uyulması, bir kurala, bir toplumsal teamüle, bir geleneğe uyulması için o yücelik şarttır, işin sihridir, büyüsüdür. O dağıldı mı onun tekrar tesisi için emin olun, yüz yıl, iki yüz yıl gerekir. Zaten Fransa da öyle yaşamıştır onu, oradan sonra pek çok dönemler, Thermidorlar dönemini yaşamıştır 1793 katliamını yaşamıştır, Robespierre’i görmüştür, 1830-1848 katliamlarını görmüştür. Fransa’nın sakinleşmesi neredeyse hâlâ bile yerli yerinde değildir.

Bizim Batılılaşmamızın da Fransa’ya örnek olarak, bilhassa, idari Batılılaşmamızın Fransa’yı örnek alarak başlaması bir talihsizlik olmuştur esasen. Fransız İhtilali’nin o dönemdeki etkileri, Osmanlı’daki mevcut düzenden rahatsız olup Avrupa’ya giden aydınlarımızın daha çok Fransa’ya gitmeleri Türk Batılılaşması için doğru bir başlangıç olmamıştır ama olmuştur.

“Sened-i İttifak bizim ilk Anayasamız.” gibi bir şey söylendi; hayır, öyle değildir. Cevdet Paşa’nın tabiriyle “Sened-i İttifak bir hacalet vesikasıdır.” AIemdar Mustafa Paşa’nın padişaha yardım için İstanbul’a çağırdığı Rumeli âyanının İstanbul’un kenarına gelip, otağı kurup padişahtan bir şeyler istemesi, Alemdar’ın da birtakım abrakadabralarla bunları kabul ettirmesi; âyanlara verilen birtakım haklardır ama padişahın âyanla bir akit yapması açısından önemlidir. Onun dışında, anayasal açıdan bir önemi yoktur. Kanun-i Esasi de esasen arkadaşlar, bizim anayasa geleneğimizde çok önemli değildir çünkü tamamen iktibas edilmiştir. Ruslar Ayastefanos’a gelmiştir, Tersane Konferansı’nı toplamışız, neredeyse Rus Çarı ll. Nikola Beylerbeyi Sarayı’nda üç ay kalmıştır. Hatta, Sultan Abdülhamit onu ziyarete gider, iadeiziyaret eder. Tersane Konferansı’nda belki Batılı devletlerin sempatisini kazanırız diye Mithat Paşa alelacele Kanun-i Esasi’yi Sultan Abdülhamit’e kabul ettirir. Hatta, oradan gelen Rüştü Paşa’ya sorar Mithat Paşa “Nasıl karşıladılar?” diye çünkü top atışıyla duyurulur, konferanstakiler duyarlar, “Ne oluyor?” “Biz yeni bir Anayasa ilan ettik, meşruti idareye geçiyoruz, padişahın yetkilerini kısıtlıyoruz.” filan der. Mithat Paşa “Nasıl karşıladı yabancı delegeler? Beğendiler mi, sevindiler mi? Ne dediler?” der, “Ne diyecekler? ‘Çocuk oyuncağı’ dediler.” der. Hiç ciddiye alınmaz ve Kanun-i Esasi bizim demokrasi tarihimiz açısından çok acemi, zorunlu, mecburi bir denemedir, zaten bir yıl filan sürmüştür çünkü konferanstan sonra çok ciddi sıkıntılar çıkmıştır, büyük o meşhur 93 Harbi diye bildiğimiz bizi Berlin Konferansı’na mahkûm eden savaşa girmişizdir. Mesela Berlin Konferansı’nda alınan kararlar bizim idari tarihimiz ve anayasal hukukumuz açısından bence Kanuni Esasi’den daha önemlidir, tesirleri açısından.

Daha sonra İkinci Meşrutiyet 1908, atlayarak geçiyorum. İkinci Meşrutiyet evet, ciddi bir demokrasi denemesidir. Kanuni Esasi’nin yeniden kabulüdür, ufak tefek bazı tadilatların yapılmasıdır. Peşinden 31 Mart Sultan Hamit’in tahttan indirilmesi ve bizim ilk meşrutiyet yıllarımız arkadaşlar, bilhassa 1913’e kadar filan Türkiye’nin en özgür yılları diyebiliriz. Yani 1960 sonrasını da dâhil ederek söylüyorum, Türkiye’nin en özgür yılları diyebiliriz.

Şimdi, meşrutiyetten sonra birinci büyük savaşı yaşadık, Birinci Dünya Savaşı. 1918’de yenildik ama bayrağımız müzeye kaldırılmadı, Anadolu’da bir destan yazdık, tekrar bu dikdörtgende bayrağı

yükselttik. Osmanlı Meclisi Mebusanını 23 Nisanda Ankara’da topladık, açtık. Kısa zamanda 1921 Anayasası’nı yaptık, o tam bir Meclis Anayasası’ydı, çok sade ve muktezayı hâl için yapılmıştı, o günün şartlarında, o günün Ankara’sı can havlinde bir Ankara.

9 Eylül 1922, Halide Edip İzmir’deler, Uşşakizade yalısındalar, çok kısa anekdotlarla vermeye çalışıyorum size. Orada “Paşam, artık dinlenirsiniz.” diyor Mustafa Kemal Paşa’ya. Mustafa Kemal Paşa diyor ki: “Deli misin, ne dinlenmesi, daha yapacak çok işimiz var, birbirimizi yiyeceğiz. Şimdi gideceğiz, Ankara’da yapacak çok işlerimiz var. Kız gibi bir Meclis yapacağım.” diyor. Burada bir arkadaşımız dün dedi ki: “Mustafa Kemal’e bile başkumandanlık yetkisi işte şu şartlarda verildi.” filan diye. Orada bilmenizi istediğim husus şu: Gazi Paşamız, bu başkumandanlık yetkisinin konuşulduğu zaman Osmanlı ordusundaki paşalar herhangi birisiydi hatta apoletleri sökülmüş ama millî hareketin başında olduğu için arkadaşları tarafından otoritesi kabul edilmiş, o istifa etmiş bir paşa değil, fiilî muvazzaf bir paşa gibi kabul edilmiş, hareketin önderi olarak tescil edilmiş, meşru görülmüş bir paşa ama cumhurbaşkanı değil hatta o eşitler arasında birinci bile değil, hepsine eşit. Bunu bizim tarih yazıcılığımız es geçer ama o Zürcher vardır Hollandalı, onun “Millî Mücadelede İttihatçılık” kitabında çok açık, net görürüz. Yani biz arkadaşlar, tarihimizi de tam yazamamışızdır, bu Anayasa tartışmalarında filan bizi aksatan bir husus da odur. Mesela Türkiye’nin bir Birinci Dünya Savaşı tarihi yoktur, yazamamışızdır. Hâlbuki Birinci Dünya Savaşı’nı yazmadan, yazamadan bugünkü Suriye’yi anlayamayız, bugün güneydoğudaki problemi anlayamayız, Balkanları anlayamayız, dünya tarihini anlayamayız ama biz Birinci Dünya Savaşı’nı yazamamışızdır. Neden yazamamışızdır? Pek çok sebepten Esasen Birinci Dünya Savaşı’nı İngilizler dışında pek kimse de yazmamıştır. Birinci Dünya Savaşı İngiliz ve biraz Fransızca. Almanlar yazmamışlardır çünkü Almanlar hesabını İkinci Dünya Savaşı’na ertelemişlerdir malum sebeplerden. Ruslar da yazmamışlardır Birinci Dünya Savaşı’nı. Rusya’da Birinci Dünya Savaşı yazını, edebiyatı, 1989’dan sonra gelişmeye başlamıştır, Bolşevik devrimi olduğu için Çarlıkla ilgili bir şeyi… O devrimi yazmışlar, devrim tarihini yazmışlar, yeni kurdukları rejimin, toplumun, idarenin yerleşmesiyle ilgilenmişler. Almanlar malum sebeplerden yazmamış, biz de cumhuriyetin kuruluşundan sonra sanki Osmanlı’dan bağımsızlığını son kazanan bizlermişiz gibi bir düşünceden hareket ettiğimiz için, Osmanlı’yı kendi geçmişimiz saymadığımız için yazmamışızdır ve bugünkü tartışmalarımız da esasen pek çok zaman gelip tıkandığımız nokta da burasıdır. Bu, Türk modernleşmesinin, Türk anayasacılık yapımının, Türk Batılılaşmasının bakış açısıdır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında -burası bence çok önemli- biz Anadolu’daki mevcut toplumu yenileştirmek hatta yok sayıp yeni bir toplum yaratmak, yeni bir millet yaratmak gibi bir dizi on yıl, yirmi yıl süren, devrimler, inkılaplar vesaire. Bunların Anadolu’daki yansıması devletle toplum arasında bir hâlli mümkün olmayan problemin çıkmasına sebep olmuştur, bir boşluk yaratmış, bir mesafe koymuş. Anadolu insanı bir şekilde kendi evlatlarının yaptıklarını sineye çekmiş, esasen Türk milletinin tarihinde Tanzimat’tan beri böyle bir haslet hep olagelmiştir. Kendi evlatlarını eğitmek, kendi aydınının, kendi münevverinin hatalarını hoş görmek, onların yaptığı sakillikleri bir şekilde millet büyük hoşgörüsüyle aşmak. Ahmet Hamdi Tanpınar diyor ki: “Nesillerin hatalarını milletlerin büyük kudretleri üzerinden atlar.” diyor. Bizde de öyle olmuştur yani Mete Tunçay Hoca “Cumhuriyetin ilk yıllarını eğer Türk toplumu ciddiye alsaydı delirmemesi mümkün değildi.” Ne yapmıştır? Silik bir tavırla kabullenmiştir, sineye çekmiştir çünkü karşı karşıya kaldığımız tehlike o kadar büyüktü ki bizi yok olmaktan kurtardı cumhuriyeti kuran kadro. 1918’de dünyanın en tehlikeli yeriydi Türk Bayrağı’nın altı, bizim kefenimiz biçilmişti. Mesela Gandhi’nin bir anekdotunu arz etmek isterim. Açlık grevinde o günlerde Gandhi, başındaki İngiliz subay “O çok güvendiğin Türkler de yenildi, teslim oldular.” diyor, Mondros’u kastediyor. “Öldüler, onların tabutuna çivi çakacağız.” diyor. Gandhi diyor ki: “Öldü sandığınız Türkler tabutlarını parçalayıp cenaze merasimine gelenleri dağıtacaklar.” diyor ve öyle de oluyor. Şimdi, böyle ağır bir travmadan sonra cumhuriyet devrimlerini Anadolu insanları sineye çekmiştir, kelimenin tam anlamıyla ve kendi kurtarıcılarını her şeye rağmen bağrına basmış, onların iyi niyetinden asla şüphe etmemiş, ki ben de etmiyorum, doğru bildiklerini yaptılar ama dünyanın

hangi toplumu olursa olsun bir harf devrimini travmasız kaldıramaz, bir kılık kıyafet devrimini travmasız kaldıramaz vesaire, vesaire. Daha sonra Türkiye’de siyasetin konusu devrimlerin korunması olmuştur. Bütün siyasi partilerin karşılaştıkları ilk problem, Terakkiperver, Serbest Fırka hatta Celal Bayar’la rahmetli İnönü arasında bir muhavere geçer: “Şu şu illerde parti çalışması yapmayın, şu şu konulara girmeyin.” gibi bir ön mutabakat yaparlar.

Bu endişe yani yeni kurduğumuz cumhuriyetin ilkelerinin demokrasiye geçildiğinde seçilip gelen üyeler tarafından değiştirileceği endişesi Türkiye’de sandıktan çıkan siyasi kadroların yanında, zaman zaman da üstünde bir yürütme gücü oluşturmuştur. Türkiye’de yürütmeyi hiçbir zaman sandıktan çıkan iktidarlar temsil etmemiştir, hiçbir zaman. Şu anda bile tartışırken zihnimiz bu hükmün gölgesinde: “Cumhurbaşkanı şöyle mi olacak, cumhurbaşkanına şunu mu vereceğiz?” “Cumhurbaşkanı” dediğimiz, yürütme yani orada “Cumhurbaşkanı” kelimesi yerine “yürütme” diyelim, ne kadar ilginç bir durumda olduğumuzu anlarız. Tabii, yürütmeye vereceğiz, niye vermeyelim? Ama biz hiç vermedik ki yürütmeye yani biz demokrasi tarihimizde yürütmeye hiç bu yetkilerin tamamını vermedik, her zaman, halkın seçtiği yürütmeye… Hatta üstünde bir ortak kıldık; ortaklar Anayasa Mahkemesi, öbürü, beriki ve bu ortaklığı da biz içselleştirdik. Türkiye’nin, demokrasi dendiğinde… Mesela bu kendi aramızda da vardır, ben kaymakamlığa başladığım yıllarda bize Bakanlıktaki büyüklerimiz tarafından tecrübe aktarımı diye bir şey vardır bizde, çok da hoş bir gelenektir, valilerimizin hepsi çok iyi devlet adamlarıydı hakikaten; yaşayanlara Allah uzun ömürler versin, ölenlere rahmet diliyorum, hepsinin ellerinden öpüyorum- öğretilen birkaç şeyden bir tanesi: Siyasetçiye karşı nasıl direnilir, siyasetçinin dediği yapılmaz, şöyle, böyle. Niye? Biz devletiz, onlar siyasetçi. Hatta bunu rahmetli Demirel çok özlü bir şekilde söylemişti, “’Hükûmet’ dediğimiz, siyasi bir kurumdur; MGK devlettir.” demişti. Bu bakış açısıyla, Türkiye’de kuvvetler ayrılığını konuşamayız. Kuvvetler ayrılığını konuşmamız için, önce, sandıktan çıkan siyasetçinin devletin bir parçası olduğunu anlamamız lazım. Yani “devlet” dediğimiz burasıdır, bu masa devlettir arkadaşlar, bunun üzerinde bir devlet yoktur. Siyasi Partiler de devletin bir parçasıdır. Çünkü siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır- MHP de devletin bir parçasıdır, AK PARTİ de, Cumhuriyet Halk Partisi de. Yani demokraside böyledir. Eğer demokrasi ise söz konusu olan, bu böyle anlaşılmazsa meseleyi zeminine koyamayız.

Şimdi, bir de şöyle bir şey var: Halkın seçtiğini… Devlet konusunda da şunu söyleyeyim arkadaşlar: Devlet nedir? Rahmetli Ayvaz Gökdemir –Allah rahmet eylesin- bir gün demişti ki: “Devlet halkın kendi kendini ifade tarzıdır.” Müthiş bir tarif. Bu Tocqueville diye bir Fransız, Normandiyalı aristokrat var, Amerika’da demokrasi klasiğini siyasi literatüre kazandıran adam; o diyor ki: Devletin temelinde bir araya gelme sanatı vardır ve bir araya gelme sanatı bütün insani sanatların zeminidir. Yani insanlık o bir araya gelme sanatında gelişmemişse başka hiçbir konuda hiçbir maharet ortaya koyamaz. İnsani oluşumun varlığıdır. Yani devlet de neticede bir araya gelme sanatıdır ve aramızdaki ilişkinin adıdır devlet. Bizim “Nerede devlet?”, “Devlet ne yapıyor?”, “devlet tenkidi” filan konusunda düşündüğümüz şey, devletin bürokratik kısmıdır, devletin organlarından, unsurlarından birisidir. Bütün anayasa tarihlerinde devleti tarif ederken “İnsanlardan oluşur.” diye bitirilir “devlet” tanımı. Mesela Başgil Hoca devleti “sınırları muayyen bir toprak üzerinde meşru bir hükûmetin otoritesi altında yaşayan insanlar” şeklinde tanımlar; “meşru kanunları olan” şeklinde… Yani devlet bizden ayrı bir şey değildir.

O açıdan, halkın seçtiğinin devlet olamayacağını düşünüyoruz; halkın seçtiği devlet olur. Halkın seçtiğinin tarafsız olamayacağını düşünüyoruz; halkın seçtiği tarafsız olur. Yani “Demokrat insan tarafsız olmaz.” gibi bir öncülden hareket ediyoruz, farkında değiliz.

Demokrat insan ne yapar? Demokrasi mücadelesi verir, siyasi partisini kurar, memleketin idaresine talip olur; kazanır gelir. Biz bunun tarafsız olmayacağını düşünüyoruz. Yani bugün belediye başkanlarımız tarafsız değil mi? Hepsi tarafsız. Yani seçildikten sonra, insanlık bunun başka bir

yolunu bulmamıştır arkadaşlar, bulamamıştır. Gidersiniz sandığa, milletin bir kısmının oyunu alırsınız, seçilirsiniz, oturursunuz; oturduktan sonra tarafsızsınızdır. Yani Ankara Belediye Başkanı, İstanbul Belediye Başkanı; İzmir Belediye Başkanı İzmir halkının bir kısmının oyunu alır, tamamının değil ama İzmir Belediye Başkanı olduktan sonra artık İzmir’deki herkesin Belediye Başkanıdır, sadece CHP’nin veya sadece AK PARTİ’nin değil. Ama bizde böyle de bir ön kabul vardır. Bu, siyasetçinin, bizim, hepimizin –parti ayrımı gözetmeden söylüyorum- kendimize yaptığımız bir iftiradır, bir haksızlıktır, bir töhmettir. Evet, bu işin kuralı, kaidesi böyledir demokratik siyasi hayatın; bir siyasi partinin listesinden seçilirsiniz ama seçildikten sonra gözeteceğiniz şey devlettir. Ha, ama biz sana güvenmiyoruz; olabilir yani güvenmemeyi gerektiren çok somut veriler de olabilir ama ona dayanarak mütalaa serdedemeyiz, genel hükümlere varamayız, onun özelinde birtakım endişelerimizi dile getirebiliriz.

Esasen bizim burada, bu siyasetçilerimizin neredeyse büyük çoğunluğu –herkesi tenzih ederek söylüyorum- biraz memur kılıklıyızdır. Mesela bizim zihnimizdeki iyi bir siyasetçiye de “devlet adamı” deriz. Orada kastettiğimiz şey “siyasetten uzak” anlamındadır. Siyaseti hep beraber bu anlamıyla bir dezenfekte etmeliyiz, steril hâle getirmeliyiz. Yani herhangi bir siyasi partinin bayrağı altında siyasi mücadele yapmak çok mukaddes bir şeydir, çok kutsal bir vatan borcudur ve onu yapan adam tarafsızdır, onu yapan adam vatanseverdir. Göreve geldikten sonra sadece kendi partilerini düşünür; bu olmaz değil, olabilir ama biz bu öncülle hareket edemeyiz. O zaman hiçbir problemimizi çözemeyiz.

Efendim, bir hususu da hoşgörünüze sığınarak arz edip hitama erdireceğim konuşmamı. Bizim demokrasimizin bir özelliği var. Yani 1950’den sonra bütün seçim sonuçlarına kayıtsız şartsız itiraz eden bir kesim var.

Bu çok normal ama bu bize mahsus bir şey, başka ülkeler böyle değil. Amerikan demokrasisinde Başkan seçilir, seçildikten sonra bütün halkın, hatta ona oy vermeyenler, iki gün önce Başkanı kamuoyu nezdinde küçük düşürmek için ahlak dışı yollara bile tevessül edenler seçildikten sonra onu Başkan sayarlar.

İstisnalar elbette vardır ama devam ediyor. Şimdi Trump’la ilgili bir problem yaşıyorlar ama bu, demokrasiye bir itiraz şeklinde değil.

Bizim demokrasiyi kabullenmemizdeki problemlerin birinden bahsediyorum. Mesela Recep Tayyip Erdoğan.. İfadelerine yer verdi.

Aksaray'ın Altın Markaları

Birlik Haber Gazetesi öne çıkan Aksaray firmalarını ağırlıyor.

marka
marka
marka
marka
E-Postabirlikhaber@hotmail.com

BirlikHaber Güncel Haber Akışı

SON DAKİKA

Yasal Uyarı : Kaynak gösterilerek dahi abone olmadan kısmen veya tamamen kullanılamaz... Birlik Haber Gazetesi - Tüm Hakları Saklıdır - 2021